Özgürlük..




Eugene Delacroix - Frightened Horse

Ehlileştirilmemiş bir at, dizginleri görünce yelesini savuruyor, ön ayaklarıyla yeri eşeliyor ve şiddetle şaha kalkıyor; oysa doğru dürüst ehlileştirilmiş olan at kamçıya da mahmuza da sabırla katlanıyor. Öyleyse vahşi insan, uygar insanın hiç yakınmadan katlanacağı boyunduruğa sokmayacaktır başını; tersine en fırtınalı özgürlük durumunu en sakin kölelik durumuna yeğleyecektir. Bu nedenle biz, zat
en köle yapılmış olan ulusların onursuzluğuna bakarak insanoğlunun köleliğe karşı doğal eğilimi olduğu konusunda bir yargıya varamayız.; bütün özgür halkların kendini baskıdan kurtarmak için giriştiği şaşılası çabaya bakarak karar vermeliyiz buna. Ben biliyorum ki bunlardan birincisi zincire vurulmuş durumlarında yaşadıkları sakinliğe övgüler düzdüler hiç durmadan ve köleliğin safaletine huzur diyorlar. Oysa ikincilerin yitirenlerce o denli aşağılanan o tek hazineye, zevki huzuru, zenginliği, gücü ve yaşamın kendisini feda ettiklerini gördüğümde, özgür doğan hayvanların köleliğe içgüdüsel olarak katlanamadıklarından, kafeslerinin parmaklıklarına vura vura beyinlerini dağıttıklarını gördüğümde, Avrupalılar'ın zevklerini aşağılayan, açlığı, yangınıi kılıçtan geçirilmeyi ve ölümü göze alarak bağımsızlıklarından başka bir şey istemeyen öbek öbek çıplak vahşileri gördüğümde özgürlüğü savunmanın kölelere göre olmadığını anlıyorum.

Rousseau (1754)
...

açlık grevinde 64. gün




Sokaklar tekin degil

"Katı olan herşey buharlaşıyor" kitabı üzerinden günümüz sokaklarına bir bakış:


Lenin der ki : “Soyluluk, Rusya’ya sevimli Manilovlar verdiği gibi, Bironlar ve Arakçeyevler, sayısız ‘sarhoş subaylar, kabadayılar, kumarcılar, panayır kahramanları, av ustaları, cümbüşçüler, dayakçılar, kadın simsarları’ da armağan etti.”(1)    Dostoyevski’nin “yeraltı” insanı gibi, Çernişevski’nin  “yeni” insanı da bu armağanlardan birisidir. Yeni insan -yeraltı insanı- bir taraftan etrafını  gözlemlerken, diğer yandan değişimin arzusunu taşımaktadır. Yeraltında beklemektedir. Karanlıktır  yeraltı, korkutucudur, tehdit edici  ve yasaktır. Belki de sırf bu sebeplerden dolayı ilgi çekicidir.

Tunus’ta sosyal adaletsizliği protesto etmek için kendisini yakan Muhammed Bouazizi’nin ölümüyle patlak veren Arap Baharı’nın birinci yaşını doldurduğu şu günlerde sokakların tekin olmadığını görüyoruz. Tekin olmaması gerekliliğini de anlıyoruz elbette. Çünkü sokak, özgür iletişimin gerçekleşebileceği  tek  mekandır. Sınıfsızlığın temsilidir. Mülkiyet dahilinde değildir. Her sokak meydanda sona erer. Meydan devrimin yapılacağı yerdir. Meydanlar kalabalık grupları kendine çeker. Tahrik edicidir. Bütün önemli konuşmalar meydanlarda yapılır. Alınan kararlar meydanlarda kitlelere açıklanır. Yeraltında olgunlaşan düşüncelerdir bunlar. Bu düşüncenin sahipleri, “Rusya’yı siyasal özgürlük yoluna sokacak olan liberaller değil, saçma ve çocukça gösteriler örgütleyen hayalcilerdir. Yasaları çiğnemeyi, dövülmeyi , mahkum edilmeyi  ve aşağılanmayı göze alan  insanlardır.”(2) Yalnızca Rusya’da değil, 1860’ların Fransa’sında da devrim, özlemle beklenmektedir:
Matheu, büyük bir devrim olacağını her zaman söylerdi.
Onun için gerçek adaletin tecelli etmesi buydu. Örgütlenerek, sakince olayları gözlemleyerek sendikalar kurmak ve gün gelip şartlar olgunlaşınca, binlerce tembelin karşısında milyonlarca işçinin gücü eline alması  ve sonunda hakim olması demekti. Adalet bu demekti.
Şimdi nisan güneşi olanca görkemiyle dört bir yana ışık saçıyor, üretken toprağı ısıtıyordu. Her yerde tohumlar olgunlaşıyor, toprağı zenginleştiriyor. lşık ve ısıyla her yerde filizleniyor. Fısıldayan seslerin altında özsular taşıyor. Tohumlar serpiliyor, verimli doğanın, büyük bir öpüşüyle gelişiyor.
Daha sonra, gittikçe toprağa yaklaşıyordu. Cana can katan o nisan sabahında, uçsuz bucaksız ovanın dört bir yanından derin bir uğultu yükseliyordu. İnsan bitiyordu, topraktan. Gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yer küreyi sarsarak, baş verecek olan, kapkara bir insan ordusu boy atıyordu.” (3)
Zola’nın bahsettiği tohumların yeşermesi için elbet zaman gerekiyordu. Maden işçilerinin örgütlenmesi için de fikirlerin olgunlaşması. Güçlü yazarların kalemiyle, güçlü yönetmenlerin gözüyle , yetenekli  müzisyenlerin armonileriyle, kısacası sanatla işlenecektir şehirler insan belleğine. Sözler  yerine kaba kuvvet  kullanılabilse de kelimeler kudretini hep koruyacaktır. Yeraltı insanı her türden sonsuz acı, kuşku, inkar, arzu ve mücadele olasılıklarından heyecana kapılacaktır. Modernleşmeye karşı insani bir serüvene girişecektir. Çünkü modern metropol ,  kapitalizmin yozlaşmış bir ürünüdür. Billur saray ile metafor edilen de budur. Saraya karşı duran, her sınıftan insanı kapsayan bir mekan rüyasını yaşatan Çernişevski ve Dostoyevski gibi yazarlardır. Örneğin “Yeraltından Notlar”daki karakter itilmiş olmanın verdiği duyarlılıkla bir şey  yapmaya çalışır. Dostoyevski burada muhafazakar okurlara “melodramatik bir aldırmazlık pozuyla sırıtma”  lafıyla saldırır. Karakterini yüceltir. Aristokrat subaya karşı yoksul memur. Memur,  tavernanın yanından geçerken bir kavgaya şahit olur. Adamın birinin pencereden dışarı fırlatıldığını görür. Daha önce şahit olmadığı bu şiddet sahnesi kafasında şimşek çaktırır. Hayata katılma arzusunu açığa çıkarır.

Freud, insanın  içindeki şiddet eğiliminin arzuya dönüşmesini, “kadınların en büyük orgazmının doğum sancısı olduğu” görüşüyle ifade eder. Bahsi geçen memurun, subayla karşılaşması ve sonrasında subay  tarafından  görmezden gelinmesi, memuru sinirlendirir. Dikkate bile değer bulunmayan birisinin acziyetiyle aşağılanmış hisseder kendini. Subay tarafından dışlanmak, memurda bir benlik arayışına yolaçar. ”ben” duygusu gelişir ve bu birey olma duygusunu  doğurur. Benlik bilinci, toplumsal bilince dönüşür ve revolt (başkaldırı),  revolution (devrim)’a evrilir.

“Halbuki medeni insanlar  gibi hem o çekilse kenara hem sen..ama hiç olmadı böyle bir şey.” (4)

Generalin umarsız tutumu genel insanlık problemini, statü kaygısını gözler önüne kor. 

“O da nesi? Birdenbire son derece şaşırtıcı bir fikir düştü aklıma. Ya dedim ona rastlar ve kenara çekilmezsem .. Kasten kenara çekilmez ve ona toslarsam.. Ne olur o zaman? Bu gözükara düşünce  yavaş yavaş aklımı çelmeye başladı ve bana huzur vermez oldu. Sürekli bunu düşünüyordum” (5)

Hala bir kast toplumunda yaşamak, yeraltı insanını bunaltan belki de en önemli faktördür. Şeflik kağıt üzerinde kaldırıldı belki ama Nevski’ de bu hala devam etmektedir. Daha sonra,  subayın da  generallere yol verdiği fikri geçer aklından memurun . Bu dikkate değer devrimci bir keşiftir.

“Elbette zararlı çıkan ben oldum. o daha güçlüydü ama mesele bu değil. Mesele şu ki amacıma ulaşmıştım. Onurumu korumuştum. Bir adım bile geri çekilmemiş ve onunla eşit toplumsal konumumu korumuştum.” (6)

Elbette bu durum, değer yargılarını  yıkmakla mümkün olmuştur. Memurun, generalle eşit statüde olduğunu anlaması için kendisi için oluşturulmuş değer yargılarını yıkması gerekmiştir. Picasso’nun  “her yaratma edimi, özünde bir yıkma edimidir” lafına nazire eder bu hareket. Tabi ki Bakunin’in “yıkmak yaratıcı bir dürtüdür” lafını da unutmamak gerekir.

Şehirler ve meydanlar.. Önderler ve kitleler.. Burada kamusal alan olarak geçen Petersburg, dünyanın en soyut  ve en amaçlı şehridir. Edebiyatta, her yazar için ilham kaynağı olan şehirler  vardır. Bertold Brecht’in Berlin modeline ilham veren Berlin..  Steinbeck’in bütün romanlarında geçen Salinas,California..  Aynı şekilde Yaşar Kemal’in Çukurova’sı.. Orhan Pamuk’un hüzünlü İstanbul’u.. Paul Auster’ın  Brooklyn’ı  aynı şekilde.. Baudelaire’in Paris’i unutmadan.. Thomas Bernhard’ın Viyana’sı.. Bu şehirler, Her türden insanı içinde eritmektedir. Hikayeler  gelir ve hikayeler geçer buralardan. 

Daha  sonra subaya bir mektup yazmaya karar verir memur. Subay, mektubu okuyunca ne kadar yoğun olduğunu görecek  ve bu meydan okumaya karşı hiddetlenmek yerine, memura dostluğunu sunacaktır.  “ne kadar hoş olurdu” der memur. O yüksek mevki bana kalkan olur der. İşte burada devrim kesintiye uğrar. Devrim, statükoya yenik düşer.

Sokağın vâdettikleriyle sundukları arasındaki karşıtlık, yeraltı insanına çaresiz bir hiddetin ve ütopyacı bir hasretin içine sürükler. Burada anlaşılması gereken mesele, alt sınıfların düşünmeyi, yeni bir yolda yürümeyi sokakta yeni bir varlık ve güç göstermeyi öğrenmeleri gerekliliğidir. 

Kendisini radikal solcu olarak tanımlayan, günümüzün en önemli filozoflarından  Slavoj Zizek;  Sistemin asıl krizinin üretememek olduğunu belirtirken işsizliğin bir sektör haline geldiğinden bahseder. Amerika’da da durum felsefe, sosyoloji okuyan insanlarla konuşulduğunda, ne yapacaklarını bilmedikleri yönündedir. Fukuyama’nın ideolojilerin bittiği yönündeki savından da söz eden düşünür, bu ideolojisiz dünyada dükkanların yağmalandığını vurgular. Ona göre bugün Londra’daki isyancılar hiçbir şey istememektedir. “Sadece tüketiciler ve yağmalıyorlar. Bir boşluk çıkıyor ortaya. Yağmacıların önünde de alternatif bir talep yok. Bu, kapitalizmin yarattığı en büyük sorun. Bir boşluk yaratıyor. Bu, her zamankinden, sınıf ayrımının da ötesinde de bir barbarlık.”(7)  Mimar Sinan Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz bir söyleşisi esnasında Emre Zeytinoğlu’nun da benzer yorumlarda bulunduğu günümüz bu “lümpen” kitlesi eğitilemez ve onlarla devrim yapılmaz.İsyan, bir dayanağı yoksa vandalizmden öteye gidemez.

Günümüzde yaşananları Paul Auster şu şekilde yorumlamaktadır. Kulak vermekte yarar var:

“Arap Baharı ve Ortadoğu’da yaşananlar Türkiye’yi olumsuz etkiliyor. Suriye’ye bakın! Esad dünyanın en aptal politikacılarından biri. Ülkesini mahvetti. Ortadoğu'da hatta tüm dünyada bir kaos sürüyor. Genelleştirme yaparsak ki bu ABD, Ortadoğu ve Avrupa için geçerli, herkesin fikir birliği ettiği bir durum var: Sistemin ve değerlerin yeniden düzenlenmesi lazım. Ekonomik sistem, sosyal sistem, öncelikler, çevrecilik yeniden yapılandırılmalı. Dünyamıza daha fazla adalet ve eşitlik lazım. Çok az zengin ve çok yoksul var. İletişim çağında yaşıyoruz ve artık herkes her şeyin farkında.Ortadoğu’ya bak, Mısır’da devrim nasıl çabuk yayıldı çünkü insanlar daha hızlı iletişim kuruyor. Bir örnek vereyim: 1930’larda Sovyetler Birliği’nde Stalin’in kararıyla 10 milyon toprak sahibi çiftçi öldürüldü. Çünkü o zaman iletişim ağı yoktu. Ama şimdi günümüzde telefonla bile bir katliamın fotoğrafını çekebilirsiniz. Irak’taki hapishanede Amerikan askerlerinin yaptığı şeytani vahşet yine böyle ortaya çıktı.” (8)
___________________________________________________

[1] Vladimir Ilyich Lenin, “Aydın kesim üzerine” (Herzen’in Anısına’dan)
[2] Marshall Berman, “Katı olan herşey buharlaşıyor”
[3] Emile Zola, “Germinal”
[4] Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”
[5] A.g.e
[6] A.g.e
[7] Slavoj Zizek’in Radikal gazetesi ile yaptığı röportajdan
[8] Paul Auster’ın Hürriyet gazetesi röportajından

ilk Sergiye Dogru..

BİR SANAT ESERİ NASIL OLUŞUR?
Sanatçı, içtepisel ve bilinçdışı isteklerini, üstbenin (süperego) toplumsal yasakları nedeniyle bilinçli ben (ego) düzeyinde yaşayamaz, başka bir anlatımla alt ben (id) ile üstben arasındaki çatışma bu düzeyde çözümlenemezse ya nevroz adı verilen ruhsal bozukluk oluşur, ya da yüceltme (sublimination) memkanizması aracılığıla söz konusu çatışma yaratıcı ürüne dönüşür. Böylece içgüdüsel tepiler psişizmin yüksek bir düzeyinde toplumsal gerçeğin gerekirliğine ters düşmeden yaşanmış olurlar.
Neriman Samurçay , Sanatta Psikanaliz -  (s:30)
Yapı Kredi Kültür Yayınları
***

“Bugün, neredeyse her şeye “sanat” diyerek işin içinden sıyrılabilirsiniz. Sanat sayılan şeylerdeki bu patlamanın sebeSplerinden biri, bizzat sanat dünyasının “sanat”la “hayat”ın yeniden birleştirilmesi hakkındaki eski temayı gündemine almış olmasıdır. 
Genel olarak anladığımız haliyle sanat, hemen hemen ikiyüz yıllık geçmişi olan bir Avrupa icadıdır.
...Batılı sanatçı ve eleştirmenler Afrika Kuzey ve Güney Amerika ile Pasifik’te sömürgeleştirilen halkların eskiden beri, tarihleri boyunca “ilkel sanat” denen bir şeylerinin olduğunu keşfettiler.
Bütün halkların ve bütün eskiçağların etkinlikleri ve el işleri o kadar uzun bir zamandan beri bizim kavramlarımız yönünde asimile ediliyor ki Avrupalı sanat düşüncesi artık evrensel kabul görüyor.
Örneğin, çerçevelenip müze duvarlarına asılan, okul panolarına ya da sanat kitaplarının sayfalarına bağlamlarından soyutlanarak alınan Rönesans resimleri neredeyse her zaman öyle bir havada sunuluyor ki, bizler, aslında bu resimlerin neredeyse tümünün özel bir amaca ve mekana göre —altarları ya da çeyiz sandıklarını süsleyen öğeler olarak, yatak odalarının duvarlarının ya da toplantı salonlarının tavanlarının parçası olarak— yapıldıklarını çok az aklımıza getiriyoruz .
... Bundan dolayıdır ki, kültürümüzün yarattığı bu trans halinden kurtularak güzel sanatlar kategorisinin, vadesi dolduğunda ortadan kalkabilecek yakın zamana ait tarihsel bir inşa olduğunu görebilmemiz için üzerinde etraflıca düşünme ve tartışma yönünde bir çaba göstermemiz gerekiyor.”

Lary Shiner , Sanatın İcadı – (Giriş metninden)
Ayrıntı Yayınları
***
Emre Güngör - "isimsiz" (ayrıntı) T.Ü.Y.B , 2011

        
  Emre Güngör - "isimsiz" (ayrıntı) T.Ü.Y.B , 2011
Yazarın,  Güzel Sanatlar düşüncesinin çok  yeni ve dar görüşlü bir inşâ olduğu, toplumsal cinsiyet ve sınıf çıkarlarını yansıttığı yolundaki iddiası; bu seneki konseptimin anafikrini oluşturmaktadır. Halen tuval resmi yapan birisi olarak,durumun analizini; psikanalizin,  yaratım sürecine getirdiği açıklama doğrultusunda yapmaktayım. Burada uyguladığım teknik ; espas yoluyla oluşan dokuların Beyaz boya aracılığıyla açığa çıkarılması ve bu sayede ortaya çıkan ürünün sanat sal değer taşıyıp taşımadığı konusunun tartışması üzerinedir.

Goya'nın Madrid'inde Mayısın üçü

  
“Yaratıcı ruh ve deha, burjuvanın satın alamayacağı tek şeydir.”
John Berger – Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı


3 Mayıs 1808 tablosu, İspanyol halkının, Fransızlar'ın 1808'de Madrid'i işgali sırasında Napolyon’un getirdiği demokrasiye(!) karşı direnişini, halkın kahramanlık ve fedakarlığını gösteren en önemli resimdir. Bu tablo, sadece İspanyol milliyetçiliği için değil; Manet ve Picasso gibi Goya’nın kendinden sonra gelen pek çok ressamı etkilemesi bakımından bir simge olmuştur. Bu tablo ile sanat tarihinde ilk defa savaş kurbanları ön plana çıkarılmıştır.


(Francisco de Goya - Madrid'de 3 Mayıs 1808)

“Bu tabloyu, Avrupa'nın zorbalarına karşı giriştiğimiz şerefli ayaklanmanın en olağanüstü ve kahramanca hareketlerini fırça darbelerim ile ebedileştirmek için yaptım.”
Francisco de Goya

Sanatçının 68 yaşındayken yaptığı bu resimden öncesine baktığımızda prestijli bir yaşam  görürüz. 1780 yılında sarayda baş ressam oldu ve 1793’te sağır olana kadar  saray ressamlığına devam etti. Bu durum ona çok para kazandırmıştı. 30 yıl boyunca Burbon Hanedanı’nın pek hoş olmayan yüzlerini resmetti. Burbonlar, bir yazarın söylediği şekliyle ‘piyangoda büyük ikramiyeyi kazanan bir bakkal ailesi’ne benziyorlardı. Sanatçıyı sağır olmasının ardından karanlık bir dönem bekliyordu artık. Ruhsal çöküntüye uğradı ve yalnızlaştı. Bu durum, onda kişisel bir bakış açısı geliştirmiştir. Aklını kaybetmek, intihar etmek  gibi düşünceler yerine hastalığının psikolojik etkilerini atlatmış ve “sağır olmak o kadar da kötü değil” demiştir.

Napolyon, ordusu ile İspanyaya girer. O dönem, Moskova’dan Lizbon’a kadar askeri facialar yaşanır ve yerleşik halk, kıtlığa maruz kalır. Liberal bir insan olan Goya da diğerleri gibi Napolyon’un İspanya’ya daha fazla demokrasi getireceğini zannetmektedir. Herkes Fransızların İspanyolları engizisyondan kurtaracağını zannetmektedir fakat hepsi geri teper.
3 Mayıs 1808 tablosu; bu anlamda Fransızlardan beklenen aydınlanmanın, askeri zulme dönüşmesini Goya’nın gözünden gösterir. Tablo, belleğimize Aydınlanma’nın Madrid’e getirdiği insan zulmünün görsel hali, ölümün bilimsel hali olarak yansır.


     Madrid halkı isyana başvurdu evet. İsyan bastırılmalıydı. Bastırıldı da.
Madridli erkeklerin çoğu zanaatkardı ve bıçak taşırlardı. Taşıdıkları bıçaklar, suç aleti sayıldı ve sırf bu sebeple yakalanıp idam edildiler. Toplu mezarlara gömüldüler. Haklarında bilinen çok az bilgi, kilise kayıtlarında mevcuttur. Bu resim, işte bu idam mangalarından birini resmeder.

     Tuvalde, askeri manga, esirlere çok yakından ateş etmektedir. Tuvali aydınlatan tek ışık olarak beyaz gömlekli figür görülmektedir.Figür, duruş itibariyle çarmıha gerilmiş gibidir. Bu açıdan dini unsurlar içerir. Ayrıca figürün avucunda stigmata yaralarına benzer yaralar vardır. Figür, diz çökmesine ragmen diğerlerine göre daha iricedir ve bu sayede yüceltilmiştir. Kahramanı simgelemekte ve ölüm anını ilahileştirmektedir.
Kompozisyonda çarpı şeklinde yer aldığı için resme merkezilik katar ve göz ona odaklanır.
Resimdeki figürlerin her biri farklı yüz ifadeleri takınmıştır. Bu durum Goya’nın resmini samimi kılar. Dramatize ve ajite edilmemiştir hiçbirisi. İdam edilenlerden biri, sahnenin ön tarafına düşmüştür. Bu sayede  etkinliğini arttırmıştır. Çok güçlü bir yüz ifadesi vardır ve bu durum insanın zihninde yer eder. Askerlerin yüzleri görünmez. Sırtları dönüktür. Başları eğiktir. Beyaz gömlekli adam onlardan kendine bakmalarını ister. Fakat onlar birey olarak yokur. Herbiri birer makinedir sadece. Daha büyük bir makinenin hizmetindedirler.

     Napolyon’un ressamı, Napolyon’u komik bir kahramanlıkla resmederken Goya, yaptığı gravürlerle kendi savaş kaydını tutmuştur. Bir anlamda savaşın gizli belgesini yapmıştır. O, savaşın kurbanı ve görgü tanığıydı. İdam sahnelerini resmetti. Acıyı resmetti.

     3 Mayıs resmi, Picasso’nun Guernica adlı eserine ilham veren eserdir. Sonrasında Kore katliamı resmi de pek çok açıdan adı geçen eserden ilham almıştır. Bizler, aradan 200 yıl geçmesine rağmen yine bu resme bakmaktayız. Tarihin sadece iktidar sahiplerini yazmayacağını görmekteyiz. Bu yüzdendir ki uygarlık için, eşitlik için yapılan bir zulmü belleğimize kazıdığı için Goya’ya saygı duyuyoruz. Hepimiz kurşunlardan korunamayız. Bunun bilinciyle iki yüzyıldır zihinlerde yaşayan bu resme bakıyoruz. İki yüzyıldır başkaldırıyı görüyoruz. Tarihin her zaman iktidar sahiplerini yazmadığı bir andaç görüyoruz. Görüyoruz, çünkü özgürlük ve eşitlik idealini kabusa çeviren tek savaş bu değil. Kendi masum kurbanlarını üreten birçok savaş var.
O resme bakarak hepimi bir defa daha ölüyoruz ve hepimi bir defa daha doğuyoruz.

Geçmisten bugüne Pixar

Steve Jobs'un biyografisini okurken dikkatimi çekti,şaşırtıcı bir hikayesi var PIXAR'ın :
Başlangıçta George Lucas tarafından, filmlerine görsel efekt hazırlamak için bir araya getirilen John Lasseter önderliğindeki animasyon grubu ,Lucas'a maddi anlamda yük olmasının ardından dağıtılmak istemiş ve tesadüf eseri Steve JOBS ile tanıştırılmışlar.
Ticari bir deha sayılan Jobs,Apple'dan kovulduktan sonra teknolojik yeniliklere yönelmiş ve grafik tabanlı animasyon bilgisayarını kurup animasyonlar yaptıracağı grubu Pixar(ilk başta pixel'den çağrışımla pixer ismini almış,daha sonra pixar'a dönüşmüş.)adı altında şirketleştirir.
luxo jr grubun ilk animasyonu.render man isimli,(terminatör filmindeki görsel efektleri hazırlayan yazılım)yazılım sayesinde şirket kendisini sektörde kanıtlar ve disney için projeler hazırlamaya başlar.onlar disney'e bir film yapacak ve disney şirketi batmaktan kurtaracaktı.tin toy, pixar'ın ikinci animasyonuydu ve oscar aldı.daha sonra disney'den destek alıp disney'i ikinci plana atacak kadar başarılı bir proje olan toy story ile yıldızı parlayan şirket steve jobs'un deyimiyle disney olamasa da ondan sonraki disney olacaktı.
masa lambalarının insanı hüzünlendirebileceğini kanıtlayan bir film luxo jr.pixar grafik bilgisayarında hazırlanmış 1986 yapımı kısa metraj animasyon.oscar'a aday olan ilk bilgisayar animasyonudur.
pixar'ın logosundaki zıplayan masa lambası bu filmden alınmıştır.
luxo jr ile dikkatleri kendine çeken ve disney'in mali desteğini almaya çalışan pixar çalışanlarının ürettiği 1988 yapımı ikinci bilgisayar animasyonu Tin toy; oscar'ı alan ilk bilgisayar animasyonu olmuştur.render man yazılımı ile oluşturulmuştur.Toy Story'ye ilham veren filmdir denebilir.
John Lasseter,kim ne derse desin,Toy Story'nin ,aynı zamanda da Pixar'ın arkasındaki yaratıcı zekadır.

War Photographer & James Nachtwey

War Photographer ; 2001 yapımı bir Christian Frei belgeseli.Savaş fotoğrafçısı James Nachtwey'in fotoğraf makinesine yerleştirilen bir mikro kamera ile savaşı,yoksulluğu,dramı bize yaşatan inanılmaz belgesel.afrika ve kosova'da çekilen fotoğraflar gerçekten çok etkileyici.
...
"bir kişi orada olup bitenler hakkında dünyaya haber vermek amacıyla savaşın kalbine gitme riskini alıyorsa,barış pazarlığına girişmiş demektir.belki bu, savaşı yönetenlerin fotoğrafçılardan neden hoşlanmadığını açıklar.
cephede yaşadıklarımız tamamen aracısızdır.bu, 16000 km uzaktaki
rolex saati reklâmının yanındaki bir bardaki magazin fotoğrafı değildir.bu dayanılmaz bir ıstırabın,adaletsizliğin ve hüznün görüntüsüdür.keşke herkes, beyaz fosforun
bir çocuğun yüzünü ne hale getirdiğini,tek bir kurşunun neden olduğu anlatılmaz acıyı,bir havan topu mermisinin bacağınızı nasıl koparttığını bir kez olsun kendi gözleriyle görebilseydi.
eğer herkes bu korkuyu en azından bir kere yaşayabilseydi,
hiçbir şeyin böyle şeylerin bir kişiye,hatta binlercesine öldürmesini haklı göstermeyeceğini anlarlardı.fakat herkes orada olamaz.bu adamları ifşa etmek,
durdurmak ve orada olup bitenlere dikkat çekmek için oraya gitmek
fotoğrafçıların işidir."
james nachtwey
...
war photographer filminden :
"pazar günü öğrenciler ile ordunun karşı karşıya gelmesinden sonra;saat 10 civarı jim'den bir mesaj aldım: "bir problem var.bir kilise yanıyor.ve dışarıda insanlar
palalar ve kılıçlarla...sanırım ciddi bir durum var."
yarım saat sonra,onlar 3 amboniyi yakalamışlar , hemen oracıkta öldürmüşler ve kılıçlarla parçalamışlar.sokaklar boyunca dördüncüyü takip etmişler.bütün kovalamaca boyunca jim onlarlaymış.arkasındaki kalabalıktan çılgınca kaçan yüzü kan içindeki adamın siyah beyaz fotoğraflarını çekmiş.küçük bir kedi gibi,
bu adamla oynamışlar.jim üç defa kalabalığı durdurmaya çalışarak, şunu söylemiş:
"bu adamı öldürmeniz için hiçbir neden yok!sadece amboni olduğu için!"
kalabalığa 20 dakika yalvararak:"lütfen, bu adamı öldürmeyin!" demiş.
onlar dinlemediler, adamı öldürdüler.
..."durum bu kadar acımasız olduğu zaman,birçok insan olaydan uzaklaşır.kendini korumak için, fakat aynı zamanda içgüdüsel olarak şunu söylerler:
"ben kahraman değilim."
jim, her zaman olayların ortasındaydı,her zaman da olacaktır.fotoğrafları, bunu anlatmakta.kalabalığın ortasında olabilmesinin sebebi de budur.
benim arkadaşlarım da oradaydı,fakat öldürülen adamın yanında değil.onlar ise, bir köprüden veya bir binadan uzaktan fotoğraf çekiyorlardı.
kişisel olarak kalabalıkla iletişime geçen tek kişi,
jim'di."
...
bahsi geçen fotoğraflardan birisi :

Sisifos Söyleni ve Varolus üzerine

 "Yaşama nedeni denilen şey aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de." (kitaptan)
Mantık iki yönde işlediğinde anlaşılıyor intihar kavramının doğallığı ve bunda bir sebep aramanın boşunalığı.Şöyle diyor Charles Bukowski :
"herşeyin anlamsız olduğunu farkettiğiniz zaman bunun ayrımına varmış olmanız, yaşamınızı anlamsız olmaktan kurtarır aslında.ne demek istediğimi anlıyor musunuz ? benimkisi iyimser bir kötümserlik.."Burada bahsi geçen "uyumsuz" kavramı için güzel bir açıklama olabilir "ayrımına varmış" olmak.
Yani uyumsuzluk, aşırı bilinç halidir bir bakıma.intihar da "çabalamaya değmez" demektir.Uyumsuz kişi ,varoluşunu varolmaya değer bulmamaktadır.
İşte burada sorun intihar edip etmeme kararsızlığı meselesidir.
Camus,intihar meselesini mitolojik bir dosttan yardım alarak çözmeye çalışır.Kendilerini horgördüğü için tanrılar tarafından bir kayayı dağın tepesine kadar taşımakla cezalandırılan sisifos'tur bu.Taş her seferinde ağırlığı yüzünden tepeden aşağı yuvarlanmaktadır.Bu da sonsuza kadar devam edecek bir kısır döngüdür.
Sisifonun çabası muhakkak ki başkaldırısındandır.Alınyazısını küçümseyen,yaşama karşı bir başkaldırı.Onun bu çabası ile görürüz ki ;tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter.
Camus der ki; tercihsizlik de bir tercihtir.Yani yaşamak için bir sebebinin olmaması intihar için bir gerekçe değildir.Uyumsuz,intiharı acınası bir kabullenme olarak görür ve yaşamın gülünçlüğüne rağmen yaşamın içinde olmaktan kaçınmaz.
Şu da var ki bir edebiyat eserinde intiharı övmek doğru mudur,bunun sonuçları ne olabilir?Kuşkusuz kalem güçlü bir silahtır.Burada çok net bir biçimde Goethe'den ayrılır Camus.
Goethe,Genç Werther'in Acıları'nda;Sevdiği tarafından ikinci plana atılan umutsuz aşığın intiharına seyirci kalmış,bu sayede kendi melankolisinde boğulmakta olan genç werther'in acılarını dindirmiştir, onu öldürmekten kaçınmamıştır.Bu yüzden ikinci baskının önsözüne not düşmek zorunda kalmıştır."siz ,adam olun da beni izlemeyin,siz yalnızca siz olun.

Gizli Yüz üzerine

...
"zaman, dedim bir kazadır, bir kaza sonucu buradayız.dünyada olmak da öyle.meşin ceketli bir çiftçiyi çağırdılar."sen onu dinle o halde" dediler."estagfirullah"dedi naçizane keşfini iç cebinden çıkardı.bir cep saatiydi,ama mutlu olduğun zamanı anlıyordu.ve o zaman kendiliğinden duruyordu ve o vakit mutluluğun da sonsuza kadar uzuyordu.mutlu olmadığın vakit saatin akrebiyle yelkovanı telaşla koşarlar ve sen de,zaman ne çabuk geçmiş derdin ve o vakit dertlerin de göz açıp kapayıncaya kadar geçerdi.sonra gece sen saatin yanıbaşında huzurla uyurken ,kendiliğinden zamanın artısını eksisini ayarlardı ihtiyarın bana açılmış elinde sabırla tıkırdayan bu küçük şey ve sabah hiçbirşey olmamış gibi herkesle birlikte kalkardın."
...
Orhan Pamuk - Yeni Hayat’tan.
gizli yüz,kara kitap henüz yazım aşamasındayken şekillenir.yeni hayat 2 sene sonra dünyaya gelir.fakat dünya hiç değişmez.hüznü kimsenin yolunun düşmeyeceği kasabalarda,saatçilerde,berberlerde,kıraathanelerde arar pamuk.uzun yolculuklara çıkar otobüslerle.yalnızdır,kahramanı da kendisi gibi.yüzlerde hikayeler arar,meleği arar.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

 "ne mutludur suçsuz bakirenin dostları
unutulan dünyadan, dünya unuturken
lekesiz zihnin sonsuz gün ışığını
her dua kabul olunmuş ve her istek bırakılmış"..*
...
Gondry dehasının elinden çıkan etkileyici bir kaufman filmi daha..
joel,hayatın rutininde boğuluyor."sevgililer günü, insanlar kendini kötü hissetsin diye bulunmuş bir gün" diyor ve genelde çoğumuz gibi sıcak bir tenin özlemini duyup,yalnızlık duygusunun verdiği acı tadı ağzından silmek için çabalıyor.
fakat onu diğerlerinden ayıran,yaşamının toplumun rutinine benzemiyor olması.
günlük tutuyor,içine kapanık birisi ve problemlerini kendi içinde çözmeyi seviyor.daha sonra bu rutinden sıkılıyor ve kendini mantouk’a giden trene atıyor.orada clementine ile tanışıyor.
clementine; rahat,özgüveni tam,kafası karışık bir kadın.gizemli,birisi joel’e göre,ona hiç benzemor.joel onu tanımlarken : "onunla kitaplar üzerine sohbet edemezsiniz,daha çok dergi okuyan tiplerdendir" diyor.kendisine göre olmadığını vurguluyor, fakat yanıldığı noktanın bu olduğunu da biliyor.çünkü kendi standartlarına göre birisi ile mutlu olamayacağını farkediyor.aksi halde bu da "bayağı" olacaktır. işte bu noktada aşkın tanımı yapılabilir.
eğer, benden aşkın tanımını yapmam istenseydi vereceğim cevap kuşkusuz eternal sunshine of the spotless mind olurdu.
toplumun genelinde yer alan "karşısındakiyle yetinmeye dayalı aşk" burada geçerli değil.aslında yetinmeye dayalı olan, zaten bir aşk değil.yalnızca bir yanılsama.kendi kendini kandırma.büyük olasılıkla da çıkara dayalı, kısa süreli bir "karşındakine katlanma" durumu.
fakat joel de clementine de bu genellemeye uymuyorlar.işte bu,filmi etkileyici yapan nokta,belki de hayatımızda eksik olan ve hiç karşılaşamayacağımız bir tesadüf.belki kaderin cilvesi,ya da evrenin gizemlerinden yalnızca bir tanesi.iki insanın birbirini sevmesi için gereken tek şey tesadüfi bir karşılaşmadır.klişelerden uzak.donmuş bir gölün üzerinde gökyüzüne bakmak."seninle birlikte uyuyabilir miyim" diyebilmek beklentisiz bir şekilde.belki bir yiyecek,ortak zevklerin ürünü.aslında aşkın gizemi doğal olmak.
bir sinema salonunda,başını omzunuza koyup, "tenini hissetmek güzel" diyebilmek.onun nefes alıp verişini dinlemek ya da tüm kalabalığa rağmen ona odaklanıp diğer herşeyden kendini soyutlayabilmek.
keşke şimdi,burada, bu kişiyle ölebilsem diyebilmektir.ölümden korkmamaktır aşk.
bir insanı neden unutmak isteriz?bir insanı unutmak,yalnızca bir objeyi,onun şeklini,boyutunu,ya da rengini unutmak mıdır,yoksa onunla ilgili olan hatıraları unutmak mıdır?
"unutkanlar şanslıdır,çünkü hatalarını kendileri çekmezler" der nietzsche.ne kadar da haklıdır.
kaybetmek acı verir.geride kalan beynin sakladığı zihnin çöp yığınlarıdır.
unutamamak acıdır bilirim.ama daha acı olan tekrar hatırlayamamaktır.
* Alexander Pope

Insomnia

"derler ki cennet cehennemden düşsel bir çizgiyle ayrılırmış.mutluluk ve umutsuzluk da 'doppelgänger',yani kan kardeşidir.aşk,kapısız, penceresiz bir hücre olabilir;insan girip çıkmakta serbesttir ,ama boşuna.şafak özgürlük ya da dehşet getirebilir.aklın hiçbir yararı yoktur,eğer insan deli gömleğinin içindeyse.işte böyleydi,böyle olacak."



henry miller - insomnia

"yazar olarak özel bir kişiyim,salt yaşantımı yazmaya karar verdim ve bu kararımdan hiç ayrılmadım.yaşantımı hem daha kolay hem daha gerçek olduğu için yazdım.çünkü yaşantım hayal edebileceğimden çok daha gerçek ve benim açımdan önemli olduğu için,hayal ürünü kişiler ve olaylar aramaya gerek duymadım."
-henry miller.

gerçekte,dümdüz bir yaşam değildir miller'ınki.o denli dolu ve coşkulu bir yaşamdır ki başka şeyler yazmaya vakit bile kalmamıştır zaten(!).

henry miller - insomnia (arka kapak)

Germinal

...

"eski toplum artık var olmayacaktır.yeni bir dünya doğacak ama haksızlıklar bir süre yok olmayacaktır.her zaman diğerlerinden daha akıllı insanlar olacak ve zayıfları sömürecektir.çaresi yok."                                                                                                     "etienne"
...                                
Aklı olgunlaşmıştı.kininden tamamen kurtulmuştu.
evet.
Maheu, büyük bir devrim olacağını,her zaman söylerdi.
onun için gerçek adaletin,tecelli etmesi buydu.örgütlenerek, sakince olayları gözlemleyerek sendikalar kurmak,ve gün gelip şartlar olgunlaşınca, binlerce tembelin karşısında milyonlarca işçinin gücü eline alması,ve sonunda hakim olması demekti.adalet bu demekti. şimdi nisan güneşi olanca görkemiyle dört bir yana ışık saçıyor,üretken toprağı ısıtıyordu.her yerde tohumlar olgunlaşıyor,toprağı zenginleştiriyor.lşık ve ısıyla her yerde filizleniyor.fısıldayan seslerin altında özsular taşıyor.tohumlar serpiliyor,verimli doğanın,büyük bir öpüşüyle gelişiyor.
daha sonra,gittikçe toprağa yaklaşıyordu.cana can katan o nisan sabahında,uçsuz bucaksız ovanın dört bir yanından derin bir uğultu yükseliyordu.insan bitiyordu, topraktan.gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen,pek yakında yer küreyi sarsarak,baş verecek olan,kapkara bir insan ordusu boy atıyordu.
...
"tohumlar yeşerince".
1993 yapımı bir claude berri filmi.

emile zola'nın, aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmıştır.

maden işçilerinin sefalet içindeki yaşamlarını ve bu sefaletten kurtulmak için yaptıkları mücadeleyi çarpıcı bir gerçekçilikle anlatır.

Sanat, mekan tanımıyor*

İzlenimcilerle birlikte kırılma yaşayan Modern sanat, günümüzde kendisini kavramsal sanat adı altında açıklamaya ve genişletmeye devam ediyor.Sanat kavramını müzeden ve galericilik sisteminden koparmayı ve özgürlüğünü kazanmayı amaçlayan günümüz kavramsal sanatı mekan ve malzeme dinlemiyor.


Performans Sanatı, Arte Povera, Arazi Sanatı, Vücut sanatı gibi isimlerle büyüyen ve söylemini geliştiren Sanat, yüksek tabaka uğraşı olmaktan çıkıp sokaktaki insana ulaştıkça "sanat ne içindir?" sorusuna alternatif cevaplar üretebiliyor.

Örneğin dünyanın en ünlü sokak sanatçısı İngiliz ressam Julian Beever, kaldırımlara çizdiği ve bakanı içine çeken üç boyutlu resimler ile internette büyük bir çılgınlık yarattı. Beever'ın dünyanın önde gelen kentlerinde sadece tebeşir kullanarak gerçekleştirdiği çizimler, internet üzerinden milyonlarca kişi tarafından paylaşılıyor. Bu, onu ismi bilinmese de dünyanın en çok tanınan sanatçıları arasına sokuyor.
Geçtiğimiz Haziran ülkemize de uğrayan sanatçı, çizimleri ile İstanbul sokaklarını renklendirmişti.

Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlemiş olduğu IV. Kumdan heykel festivali ve yarışması, geçtiğimiz sene yapıldı.Bunun gibi birçok etkinlik, üniversiteler, Sivil Toplum kuruluşları, belediyeler ve bağımsız gönüllüler tarafından sürekli tekrarlanıyor."Cow parade", "Yavaş Yaşam projesi" gibi birçok etkinlik bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Altı sanatçıdan oluşan Cracking Art Group’un 1993’te Milano’da başlattığı ve bugüne kadar Fransa, Belçika, Çek Cumhuriyeti ve ABD gibi pek çok ülkede sergilenen “Pembe Salyangozlar” 31 Mayıs'ta Bebek Parkı'nda sergilendikten sonra; Nişantaşı, Bağdat Caddesi, Yeşilköy ve Bahçeşehir sokaklarını da dolaştı.Sergi, "Yavaş Yaşam Konsepti" ismi altında , hızlı metropol yaşantısına göndermede bulunuyor.

İlk kez 1998 yılında Zürih'te başlayıp, Dünyanın birçok şehrinde rengarenk ineklerin sokakları süslediği heykel projesi "Cow Parade" yine bunlardan bir tanesi.Sokakta, rastgele karşınıza çıkan bu rengarenk inekler, rutin hayatlarımıza biraz da olsa renk katabiliyorlar.

Kamusal alan , şu şekilde tarif edilmektedir :

"Kamusal alanlar, toplumun tüm bireylerinin özgürlük, eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlerin varlığını hissedebileceği ve yararlanabileceği alanlardır. Bu ayrım, aynı zamanda, kamusal alanın hiç kimsenin mülkiyetinde olmadığını, ondan herkesin yararlanabileceğini de göstermektedir. " **

Kamusal alanlar bu anlamda sanatın özgürce icra edilebileceği,sanatçının üretimini izleyici ile buluşturmaktan çekinmeyeceği(engellenmeyeceği,hatta projeler şeklinde desteklenebileceği)

, ayrıca yapıtla izleyici arasında gerçekleşecek olan etki-tepkiyi anında görebileceği yerlerdir.

"Boşluğun heykeltraşı" Anish Kapoor,Chicago millenium Park'taki dev heykeli ile, Cleas Oldenburg,devasa boyutlardaki günlük objeleri ile, Louis Bourgeois , dev örümcekleri ile ve bunlar gibi pekçok sanatçı, ürettikleriyle kamusal alanda sanat konusuna kafa yormuştur.Sanatın hayata karışması için kamusal alan önemli bir yere sahiptir.



Cleas Oldenburg

Anish Kapoor

Louis Bourgeois


*Emre Güngör'ün , " http://haberseninle.com/kultur_sanat-haberleri-7/18_agustos-sanat_mekan_tanimiyor-haberi-5684.html " sitesinde yayınlanan haberinden alıntıdır.

**http://v3.arkitera.com/event.php?action=displayEvent&ID=3167

" Kayıp Cennet " Sergisi üzerine


İstanbul Modern,25 Mart - 24 Temmuz 2011 tarihleri arasında Kayıp Cennet adlı sergiye evsahipliği yapıyor.Bill Viola , Doug Atkien gibi tanınmış video sanatçılarının yanında Ergin Çavuşoğlu , Ali Kazma gibi yerli sanatçıların video çalışmalarını izleme fırsatı bulabileceğiniz sergide toplam 19 sanatçı bulunuyor.
Sergi , yakın zamanda Uzakdoğu'da yaşanan felaketin ardından endüstrileşmenin adım adım yokettiği dünyanın ve içine düştüğü dehşet ortamında yolunu bulmaya çalışan insanın trajedisine yakın plan yapıyor.
Nükleer enerjiyi mutfaklardaki tüpgazla kıyaslayan bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı , şu an Almanya'nın bile 10 sene süreyle askıya aldığı bir Nükleer Santral projesini başarıymış gibi gösterip seçim propagandasına alet ediyor.İnsan sağlığını hiçe sayan örnekler* artmaya devam ettikçe,bu haberler meselenin ideolojik olduğunu gösteriyor.Sermaye şirketleri para ile yeni bir ekosistem alacaklarını zannededursunlar , gezegen kaynaklarını cömertçe sunmaya devam ediyor.

Doug Atkien – “Göç” , 2008

Amerika , Kyoto Anlaşmasını imzalamama gerekçesini ekonomilerinin zarar göreceği ve milyonlarca Amerikalının işsiz kalacağı şeklinde savunurken, Kutup ayılarından alamayacağı oyları düşünecek değildi herhalde.Zaten sera gazları da Amerika'nın içinde bulunduğu dünyayı değil de paralel başka bir dünyayı yokediyor.Bu şekilde düşününce kimsenin suçluluk duyması da gerekmiyor.Veya ortalama bir insanın ömrü 50 sene diye düşündüğümüzde,bu zaman diliminin içinde bulunduğumuz 50 sene olması da bu insanların sorumluluğunu azaltıyor olabilir.GreenPeace,kendisini fabrikaların kapılarına zincirlesin dursun, Dünyada petrol  rezervleri, 46 ile 50 yıl arasında tükenme riskiyle karşı karşıya bulunuyor.Kısaca Dünya,onu yönetenler,ve politikaları yüzünden günden güne yokoluyor.
Karamsarlığı ve Meksika Körfezi'ne akan 5 milyon varil ham petrolün , 400 türün neslinin yokolma tehlikesini birkenara bırakırsak ve doğanın insana direnişi ne kadar daha mümkün olacak bilinmezi içinde nefes alabilirsek-burada Albert Camus iyimserliği akla gelsin(bkz: Sisifos Söyleni)-,Kayıp Cennet sergisi, bilinç oluşturmak adına mutluluk vericidir.Umarsız kitle iletişim organlarının, yüzeysel çevreci reklamlarla komik duruma düşen kapitalist markaların , insanlığı açlıktan obezite tehlikesine eviren fast food zincirlerinin köle ettiği insan, amacını "iyi yaşam" dan "insan gibi yaşam"a döndürmedikçe ve bu "iyi" sınırlandırılmadıkça (yetinmek mümkün olmadıkça) kaosa doğru gidecektir Dünya.
Sergi hakkında konuşmak gerekirse videoların tamamına yakını çevresel duyarlılık adına üretilmiş.
"Akıllı ruh" , insanı hayvandan ayırarak hakimiyet kurma özelliği verir ona.Fakat çelişki şuradadır ki hiçbir hayvan orman yangınına sebep olmaz.Akıl, hata oranını arttırmakta mıdır,yoksa dikkatsizlik diyerek kestirip atmak daha mı kolaydır?
Doug Atkien , tam da bu noktada "Göç" adlı video çalışmasıyla yardımımıza koşar.Sivil bir dünyaya kapatılan hayvanın, kendi doğal yaşamından koparılma hüznünü izletir.
Bir otel odası izleriz.Televizyonda doğa görüntüsü akmaktadır.Bir simulacr olarak metafor edilir doğa.Oda gerçektir insan için.Odada yemek arayan bir yaban hayvanı dikkatimizi çeker.Buzdolabının yanından geçmektedir.İçi kavanozlarla dolu bir buzdolabı, hayvan için hiçbir anlam ifade etmez.Hayvan için otel odası gerçekdışıdır.Havuz, ceylan için gerçekdışıdır.Onun lüks anlayışı yoktur zira.Bu yüzden yalnızca su içer havuzdan.
İnsan, dünyayı kendi oyun sahası olarak görmektedir.Dallar kurumuştur,fakat korkuya gerek yoktur.Zira döngü kendi kendinedir.İnsandan bağımsız.Bu düşüncede devam ettikçe de korku,yalnızca hayvanlar için geçerli olmayacak,insan da kendi kendini yokedecektir kendi farkındasızlığı yüzünden.Kayıp Cennet , farkındalık için biçilmiş kaftandır.
______________

* Çernobil sonrasında ,kameralar karşısında radyasyonsuz olduğunu öne sürdüğü çayı içip halkı rahatlatmaya çalışan dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral'ı hatırlayalım.Yıllar sonra geçtiğimiz günlerde Almanya'da 15, İsveç'te de bir kişinin ölümüne neden olan EHEC bakterisinin İspanya'dan ithal edilen salatalıklardan yayıldığının açıklanması üzerine Endülüs bölgesinin Tarım Bakanı Clara Aguilera, kameralar önünde salatalık yiyerek aynı mizanseni tekrarladı.

Kargasa 11 , "Kasti Hata"

KargART,bu sene 11.sini düzenlediği "Kargaşa" sergisine 3 Haziran 2011 de evsahipliği yapıyor.Haziran ayı boyunca mekanda "Kasti Hata" konseptiyle oluşan sergiyi izleyebilirsiniz.

Emre Güngör - "İsimsiz" 2011 
Kargaşa 11
Kasti Hata

3 – 30 Haziran 2011

Kavramsal Çerçeve: Emrah Bekdikli / Merve Şendil
Katılımcılar: Berkay Tuncay, Buğse Mercimek, Cem Gezinti / Mete Sancaktaroğlu, Ceren Ceylaner, Ceyda Ildıroğlu, Cliche, Deniz Kurtdere, Ela Aydemir, Emirhan Eren, Emre Güngör, Güneş Bulut, Gülşah Aykaç / Işıl Uysal, H. Savaş Kırarslan, Kıvılcım Harika Seydim, Merve Deniz, Merve Şendil, N. Müge Selçuk, Nejat Satı, Nilüfer Özakçaoğlu, Özer Rodoplu, Okay Özkan, Pet05, Selma Hekim, Sibel Diker, Tayfun Polat, Zeynep Beler. Sergi, pazartesi günleri hariç, 13:00 – 20:00 saatleri arasında gezilebilir.

Jean Baudrillard ve Simulasyon

Baudrillard’a göre modern insan , üretmek için hayatından giderek daha az ,kişisel ihtiyaçlarını ve refahını yaratmak içinse daha fazla zaman harcamaktadır.Bütün enerjisini tüketime harcamakta ve bundan haz almaktadır.
Baudrillard’a göre  insan, mutluluğun peşinde koşmamaktadır.Eşitliği hayata geçirme endişesinde hiç değildir.Toplumsal yaşamın temeli iktisadi ihtiyaç değil , tersine yaşam tarzı ve değerleridir.
Bununla birlikte kitle iletişimin amacından koptuğunu,tepkiyi önlemek , bireyi özelleştirmek , onları görüntüyle gerçek arasında ayrım yapabilme yetisinden uzaklaştırmak olduğunu , insanların bir taklit evreninde yaşamaya mecbur bırakıldığını ifade eder.
Tüketicinin reklam gibi yollarla aldatılmasını göz boyayıcı bir oyun ve üretim olduğu kadar , tüketicinin istediğini de tehdit eden bir öğe olarak yorumlayan Baudrillard’a göre bugün biz çok daha fazla enformasyonun ama daha az anlamın bulunduğu bir evrende yaşamaktayız. Ona göre enformasyon fazlasına maruz kalan günümüz toplumlarında mümkün tek direniş tarzı anlamı reddetmektir.
Baudrillard; “Simulakrum” a dikkat çeker.Gerçek ile model , orijinal ile kopya arasında hiçbir farkın kalmadığını söyler.İmajın,taklit veya simulasyonun; gerçeğin yerini aldığını ifade eder.Bu söylem bize Chuck Palahniuk un sözlerini anımsatır:

 “ Hepimiz birer suretiz.Hatta suretin suretinin sureti..”

Usdı$ı ve Yaratımdaki etkinligi

Bilinçaltı, bilinçdışı olmakla birlikte istendiğinde kapsamındakilerin bilince çağrılabildiği zihin bölgesidir.Birbakıma burada bulunanlar unutulmuş olanlardır.
Freud ' a göre insan hayatında tayin edici unsur libido ve seks dürtüsüdür.Sanat ise bir nevrozdur.Yani gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki bir çatışma.
Birtakım yasaklar sebebiyle bastırılmış duygular , ego tarafından sanata dönüştürülmekte ,böylece sanatçı kendini tatmin etmiş olmaktadır.Yani sanat bilinçaltı duygu ve ihtiraslarının sembolleridir.
Sanatsal yaratma etkinliğini salt ussal düşünceyle açıklamak olası değildir.Sanatı vareden kaynak salt bilincin nesnel güçleri değildir.Mantıksal belirleyiciliği değildir.
Ayrıca yaratım bilinçaltımızın karmaşıklığından olduğu kadar ilkçocukluğumuzdan kalma anılarımıza ve düşlerimize göre de belirlenir.
Sürrealist akımın ilkelerinden birisi de çocukluğa duyulan özlemdir.Çünkü bu dönem insanın en hür dönemidir.
Andre Breton der ki : " Yaşama ne kadar inanırsak inanalım, sonunda gerçek yaşam kendini gösterir ve inancımız kaybolur.Yaşamda payına düşen,şöyle böyle, sıradan bir ömürdür.Düş kırıklıkları içinde insan gerçek avuntuyu çocukluğunda bulur.Böylece birçok yaşamı birlikte sürdürmüş olur.
"Çocukluk,sınayan,bulup çıkaran önsezidir" der Henri Delacroix.Sanatsal yaratımda esin, çocuksu bir zeminde parıldar. Yalnızca sanatçılar ve çocuklar yaşamı olduğu gibi görürler.Sanatçı,çocukluğunu olabildiğince korumuş kişidir.
"Çocuk herşeyi yeni olarak görür.O her zaman sarhoştur" der Baudelaire.Çocuk gerçek bir oyuncudur.Dünyayı oynayarak tanır.Kendini oynayarak eğitir.Çocuk her oyunda dünyayı yeni baştan kurar.Sanatçı gibi.Sanatçı bununla yetinmez onu açıklar.Her zaman sanatta oyuna benzer,oyunda sanata benzer bir yan vardır.
"Sanatçı da çocuk gibi yeniyi arar.Bunun için serüvenler oluşturur" der Afşar Timuçin.
Sürrealizme baktığımızda bilinçaltı ve yaratımda bilinçaltı faktörünü açıklamakta zorlanmıyoruz.Zira sürrealizmde görünenin aksine görünmeyen ilgi uyandırır.Kişi, aklın tutsaklığından kurtulmaktadır.Gerçeküstücü akım, kalıplaşmış bütün sistemleri, kuralları yıkar.
Gerçeküstücülük, ister söz , ister yazı ile yada başka bir yolla düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan , içinden geldiği gibi yazma yöntemidir.Bu, aklın denetimi olmaksızın her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır.
Dönemin şartlarına bakıldığında (Gerçeküstücülük 1924 sonrası Fransa'da ortaya çıkan bir akımdır.)savaş sonrasında yaralar sarılmaya, ekonomik ve teknolojik anlamda iyileştirmeler olmaktadır.Fakat manevi refah sağlanamamıştır.Sürrealizm bu noktada saf insana ulaşmaya çalışmışlardır.
Akıl ve mantık insanın maskeli ve yapmacıklı tarafıdır.bu yolla asıl insana ulaşmak mümkün değildir.Sanatçı bir yaratıcı değil , iç benin emirlerini yerine getiren bir otomattır.Mantık zaten sanatı kavrayamaz.bunun için çabalamamalıdır.
Sürrealistler , döneminin psikanaliz yönteminden ve Sigmund Freud'un bilimsel çalışmalarından etkilenmiş ve bu konuyu değerlendirmişlerdir.
Andre Breton : " Sürrealizm gerçekle gerçekdışını birleştiren bir yoldur" der.

Kaynaklar :  İsmail Çetişli - "Batı sanatında Edebi akımlar"
                      Afşar Timuçin - "Estetik"
                      Sigmund Freud - "Psikanalize Giriş"

cv

EMRE GÜNGÖR
+90 0 5547273352
emrequnqor@gmail.com
emre-gungor.blogspot.com
1987 yılında Ankara’da doğdu.
Temel eğitimini İstanbul’da tamamladı.
2008 yılında Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü Reşat Başar Atölyesi’ne girdi.
Mesut Eren, Zafer Erkan gibi sanatçılardan desen eğitimi aldı.
Lisans öğrenimini aynı okulun son sınıfında, çalışmalarını atölyesinde sürdürmektedir.
Katıldığı Sergiler :
UNHCR - Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği "Genç Sanatçılar Mültecileri Anlatıyor" – Ankara, 2010
KargART - Kargaşa 11 , “Kasti Hata” – İstanbul, 2011
Ofis’te Sanat 6 -“Derinden Yükseğe” Özgün Baskı Sergisi – Kocaeli, 2011
Katıldığı Sempozyumlar :
1. Uluslararası Hereke Resim Sempozyumu , 2010